18 Ekim 2011 Salı

The Tree Of Life - Hayat Ağacı



Sonda söylemem gerekeni başta söyleyeyim hemen; yönetmen burada Âdem ve Havva’dan gelindiğine inananlara sesleniyor. Film sanat filmi herkese hitap etmiyor diyenlerin aksine bu film herkese özellikle de ilahi dinlere inananlara hitap ediyor. Ben bir yaratıcının varlığına inanıyorum, bana doğru yolu gösteren bir Tanrı vardır diyorsanız ve görsel şölenden hoşlanıyorsanız bu filmi kaçırmayın.



Rahibeler bize hayatta iki yol olduğunu öğretti; ya doğanın yolu ya da inayet yolu. Hangi yolu izleyeceğinize siz karar verirsiniz. İnayet, istediği gibi hareket etmeye çalışmaz. Hafife alınmayı, unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeye ve yaralanmaya razı gelir. Doğaysa sadece istediği gibi hareket eder. Diğerlerine de kendi istediğini yaptırır. Onların üzerinde hâkimiyet kurmayı sever. Kendi bildiğini okur. Tüm dünya onun etrafında ışık saçarken mutsuz olmak için nedenler arar. Sevgiyse her şeye gülümser. İnayet yolunu seçen hiç kimsenin sonu kötü olmaz diye öğrettiler."

Filmin başında duyduğumuz kafa sesinden alıntı yaptığım yukarıdaki cümleler, filmin özeti niteliğinde. Film boyunca yönetmen bunu kanıtlamak için umutsuzluğu ve çaresizliği aşılayarak seyirciyi tanrıya karşı yenik duruma düşürmek için adeta savaşıyor. Filmde doğayı seçenleri baba karakteri, erdemi seçenleri ise çocuklar temsil ediyor ve film boyunca bu iki kavram çatışıyor.



1950’lerde Amerika’da geçen hikâye, melek gibi bir annenin ve sert bir babanın üç oğluyla ilişkisini anlatıyor. Film ailenin 19 yaşındaki oğullarının ölüm haberini almasıyla başlıyor. Ardından ailenin ilk çocuğunun doğuşu, babanın çocuğuna gösterdiği şefkatli dokunuşlarını, ailenin büyümesini izliyoruz. Film çok daha eskiye dönüp varoluşu olağan dışı bir estetikle anlatmaya başlıyor. Müzik ve görselliğin şiir gibi olduğu Big Bang’i anlatan bu belgesel kısmında büyülenmemek imkânsız. Fakat bir aile dramının üzerinden yaradılışçılık ve evrim teorisi çarpışması yaratmak ilginç bir yaklaşım olmuş. Filmin, ailenin büyük çocuğunun (Sean Penn) hatıralarından yola çıkarak doğayı, bilinci ve biyolojik yaşamı anlatan, sorgulayan fakat giderek mistizme teslim olan bir tanrı güzellemesine dönüşmesi hayal kırıklığı yaratıyor.

Filmde kamera, ışık, görsel efektler o kadar mükemmel kullanılmış ki teknik açıdan eleştirilemez bir yapım olmuş. İlahi tarzı müzik eşliğinde big bang, ardından dünyanın oluşumu, yanardağ oluşumları, tek hücreliler, amfibiler, sudaki yaşam, dinozorlar, döllenme, evrimleşen canlılar vs... Bu belgesel kısmın filmi, daha iyi bir film yaptığı söylenemez. Açıkçası bu kısmın film ile tek bağlantısı dinozorların gösterildiği kısımdır. “Belgesel”in sonunda nehrin kenarında yatan güçsüz dinozorun kafası, güçlü dinozor tarafından eziliyor. Küçük dinozor önce direniyor ama gücü tükenince direnç göstermeyi bırakıp adeta itaat ediyor. Büyük dinozor dünyanın ilk oluştuğu devreden beri varolan ataerkil düzendeki bir ezen olarak, ezilenin kafasını okşayıp “şefkat” gösteriyor. Filmin ikinci kısmında bir sahnede babanın çocuklara gösterdiği şiddete karşı anne babaya saldırıyor. Güçlü olan baba, kadının iki bileğinden tutup arkadan sarılarak onu etkisiz hale getirdikten sonra karısına şefkatle sarılıyor. Tıpkı dinozorlarda olduğu gibi ezen, ezilene şefkatini bir lütuf olarak sunuyor.

Amerikalı çiftimizin 3 çocuğunu büyütmesi mükemmel bir sinematografiyle anlatılıyor. Çocuklar sinek arabasının arkasından koşuyor, hayvanlara eziyet ediyor, boş binaların camlarını kırıyor, kavga ediyor etrafta koşuşturuyor ve büyüyorlar. Asker kökenli olan ve şirket yöneticiliği yapan baba, aşırı sertlik ve anormal düzeyde bir disiplin anlayışıyla çocuklarını yetiştirmeye çalışıyor. Büyük çocuk Jack’in gözünden anlatılan hikâyede, Jack’in yaşadığı hayal kırıklıkları zamanla nefrete dönüşüyor. Babasını öldürmek istiyor bunu yapamayınca da babasını öldürmesi için tanrıya yalvarıyor. Jack bir sahnede kardeşinden elektrik verebileceği duyun içine parmağını sokmasını istiyor. Kardeşi ufak bir tereddütten sonra “sana güveniyorum” deyip parmağını sokuyor ve hiçbir şey olmuyor. Başka bir sahnede Jack kardeşinden parmağını tüfeğin namlusuna koymasını istiyor. Ona güvenen kardeşi parmağını namluya tutuyor fakat Jack bu defa tetiği çekiyor. Film bu dönüşümü anlatacak derken bir anda her şey sevgiye bağlanıyor. Babanın davranışları kendisine kötülük olarak geri dönmüyor, ailede bir çözülme parçalanma oluşmuyor. Filmde babanın tavırları eleştirilmiyor aksine bunu çocuklarını sevdiği için yaptığı söyleniyor. Büyük çocuğun mutsuz fakat başarılı bir mimar olması babanın başarıya ulaştığını gösteriyor.


Annenin pasif olmasının üzerine hiç gidilmemiş hatta bu bir çeşit kusursuzlukmuş gibi anlatılmış. Erdemi seçen anne, çocukların gördüğü şiddetti görmezden geliyor ve çocuklarını koşulsuz sevdiği için kusursuz oluyor. Hiçbir şey yapmamak anneyi neden suçlu yapmıyor anlamıyoruz. Her şeyin farkında olan anne erdemi seçtiğinden midir bilinmez tanrıya güvenip onun işleri yoluna koymasını bekliyor. Annenin naif ve sevgi dolu olması onun masum olduğunu mu kanıtlar? Bu masumiyet değildir, bu bir teslimiyettir. Anneyi eleştiren tek kişiyse baba oluyor: “Anneniz çok saf. Bu dünyada ilerlemek için sert bir irade gerekir eğer iyi biriysen insanlar seni kullanır.”


Film Eyüp’ten, İncil’den alıntılarla başlıyor, rahibelerin öğretileriyle, dine atıflarla devam ediyor. Film hayatımız boyunca iki seçeneğimizin olduğunu, ya doğayı ya da erdemi seçmemiz gerektiğini söylüyor. Filmin bütününe hâkim bir çaresizlik ve tanrıya adanmışlık o kadar belirgin ki filmin sonunda kendinizi tanrının kollarına bırakmaktan başka çareniz kalmayabilir.

Filmin son 15 dakikasını eleştirmek bile anlamsız. Kapadokya’ya benzer bir yerde Sean Penn’in kendi çocukluğunu kovalamasıyla başlayıp, deniz kenarında çocuklarını tanrıya bir çeşit törenle uğurlayan ebeveynlerle biten, metaforlarla dolu filmin sonu ne kadar anlamlı tartışılır. Haneke’nin The White Ribbon filmi tadında olabilecek bir konu, kötülüğün kaynağını sorgulamak yerine her şeyin sonu yaratıcının erdemine bağlayıp heba ediliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder