8 Haziran 2012 Cuma

J. YA DA BİR ÇOCUKLUK HATIRASI




Ben doğduktan iki yıl sonra, kardeşim doğmadan da altı ay önce babam kansere yenik düşmüş. PKK’nin, halka karşı “köyünüzü devlete karşı koruyun,” çağrılarında bulunduğu yıllarda babam, Kürdistan’a sınırlarla bölünmesiyle, Suriye kısmında kalan halamı geri getirme umuduyla evde küçük bir cephanelik oluşturmuş. Babamla ilgili tek hatıram da o öldükten 4 yıl sonra bu cephaneliğin ortaya çıkmasıdır. O yıllarda henüz kadınlara dokunulmadığı için anneme bir şey olmadı fakat en büyük ağabeyim, 13-14 yaşlarında olmalıydı, günlerce okul olan binada alıkonulmuştu ve çok kızan karakol komutanı onu tanınmaz hale getirmişti.

Okulla o yıllarda tanıştık. Birbirine yakın iki köyün ortasına yapılmış iki katlı bu bina çocukluğumun en büyük korkusuydu. Öğretmenin olmaması sebebiyle midir bilinmez gündüzleri karakol olarak kullanılıyordu. Herkes orada işkence yapıldığını bilirdi. Tek iyi yanı oraya götürülenler geri dönerdi ama ana karakol binasına götürülenlerin dönmesi mucizeydi. Çocuk aklıyla ilk olarak canavarları ya da masal kahramanlarını değil, okulda işkence yapıldığını öğrenmiştik. Öte tarafta bizi koruduklarını bildiğimiz hayalet gibi insanlar vardı: Hevaller. Evde büyük erkek olmadığı için bizim eve gelmezlerdi fakat dayımlara geldikleri gece onları görmeye giderdik. Bir de onları köy meydanında ölü olarak görmüştüm.  Emin olun Yılmaz Güney’in filminde gördüğünüz o sahneyi bütün Kürdistanlı çocuklar görmüştür.

Bir gün askerler bütün halkı meydana toplayıp konuşma yaptılar sonra erkekleri alıp karakola (okula) götürdüler. Bilmiyorum ne kadar zaman geçti ama çok uzun gelmişti hepimize. Annem ve diğer tüm kadınlar sürekli ağıt yakıyor, “Allah’ım hiç susmayacaklar,” diyorsun, oyun bile oynayamıyorsun bu yüzden de büyüklere kızıyorsun çocuk halinle.

Sonra çoğu tanınmaz halde geri geldiler. Annem o gün karar verdi şehre taşınacaktık. Sonradan öğrendim koruculuk sistemi gelmiş, köylüyü ikna etmek için misafir edilmişler. Annem ve dayım iki katlı bir ev buldular merkezde, bir an önce taşınacaktık. Biz bu telaşın içindeyken ve şehirli olma sevincini yaşıyorken köy karar aldı. Köyümüz korucu olmayacaktı. Pek hayvan yoktu, olanlar satıldı. Tapusuz tarla ve ev satılacakken askerler geldi ve bütün ahırları içlerinde hayvanlarla birlikte yaktılar. Ben o gün anladım ki hayvanlar yanarken insan gibi çığlık atıyorlar. O günden sonra bir daha ne o yanık et kokusu ne de üniformalı domuz kokusu hiç gitmedi burnumdan.

Gelecek sefere evler içindeki insanlarla yakılacaktı, bir an önce köy boşaltılmalıydı. Gökyüzünü göremediğim köyde bir kaç gün içerisinde tek ağaç da kalmamıştı, hepsi yakılmıştı.

Korkuyla, alelacele, üç dayım, anneannem ve biz kaçarak şehre taşındık. Beş aile iki katlı evde kalmaya başladık. Dayımlar evli oldukları için ev kısa bir sürede dar gelmeye başlamıştı, üstelik nüfus da gittikçe artıyordu. Çareyi iki ablamı evlendirmekte buldular. Büyük ablam halamın oğluyla ufak olanı da amcaoğluyla evlendirildi. Baba tarafına kayma olmasın diye de iki ağabeyimle dayılarımın kızlarını sözlendirdiler. Fakat ev hâlâ dar geliyordu.

Nihayetinde annem yukarı çağrıldı; “Çocukların çok gürültü yapıyor üstelik köy yerinde kolaydı fakat şehirde geçim derdimiz var, kendi çocuklarımıza bile bakamıyoruz, oğulların da eli ekmek tutacak yaşa geldiler,” kısacası “git kendine bir ev bul” denildi.


O zamanlar ben 7 yaşındayım, en büyük ağabeyim de 17 yaşında. Annem babamın ona aldığı altınları satıp biraz da borçlanarak bir ev satın aldı. Yeni evimiz bir oda ve salondan ibaretti. Arka kısmında küçük bir avlu ve mutfak vardı. Evin damı kalaslarla kapatılmış çok eski, hatta harabe denilecek durumdaydı. Kışın odaya yağmur damlamasın diye tavan boydan boya naylon kaplanır, kapıya yakın kısımda bir delik açılır, altına kova konurdu. Köydeki tek iki katlı evden bu eve gelmiştik bir sene içinde, üstelik artık sahipsizdik de.

Büyük ağabeyimin kazandığı para geçim için yetmediğinden diğer ağabeyim de yatılı okulu bırakıp çalışmaya başlamıştı. Benim içinse her şey güzelleşmeye başlamıştı. Eski mahallemizde herkes Arap’tı ve mahallede bilmediğim bir dilde (Arapça) konuşuyorlardı fakat şimdiki mahallede Kürtler çoğunluktaydı herkes Kürtçe konuşuyordu. Üstelik artık dayı korkusu yoktu üzerimizde, nereden baksan özgürdük, ha tabi kimsesizdik de. Şehirde bir yıla yakın zamandır bulunuyorduk fakat henüz Türkçeyle karşılaşmamıştık.

Okumamız gerektiğini söyleyen eniştem beni ve ikiz kardeşimi okula yazdırmıştı. Yaşıtlarımdan doğal olarak daha geç başlamıştım ama okulda gördüm ki sınıfın büyük bölümü köyde ilkokul beşinci sınıfa kadar okumuş, diploma olmadığı için tekrar birinci sınıfa atılmışlardı. Neyse okul açıldı, en güzel pantolonu giyip üstüne de az kullanılmış biraz da bana büyük gelen siyah önlüğümü giyerek okula gittim.

Okuldaki ilk günümü asla unutamam çünkü siyah önlük o sene kalkmış mavi önlük getirilmişti. Arada birkaç kişi siyah önlükle garip bir şekilde duruyorduk haliyle en arkaya atıldık. Çocukların acımasız alaylarında daha kötüsü olamaz diye düşünürken hiç bilmediğim bir dilde üstelik seri bir şekilde konuşan öğretmen sınıfa geldi. Ön sıradakilerle konuşa konuşa arkalara gelirken kaçmak istediğimi hatırlıyorum. Öğretmene ne diyecektim ki ben üstelik ne dediğini de anlamıyorsun sudan çıkmış balık gibisin işte ölsen daha iyi. Tek kelime Türkçe bilmiyorum öğretmen Arapça konuşsa anlayıp Kürtçe cevap verebilirim. Düşündüğüm tek şey sıra bana gelince öğretmenin Kürtçe ya da Arapça konuşması. Üstelik üzerimde siyah önlük var arada sırıtıyorum mutlaka ilk bana gelecek biliyorum. Sınıfta Türkçe bilmeyen tek öğrenci ben değilim fakat adını bilmeyen tek öğrenci bendim. Okulun ilk günü adımın bildiğimden daha farklı olduğunu öğrendim üstelik soyadım da vardı onu da ilk kez duyuyordum.

Öğretmenim Kürt’tü hatta akrabaydık. O ilk gün Kürtçe konuştu benimle adımı öğretti. O günden sonra bizimle asla Kürtçe konuşmadı. Sadece Türkçe anlatırdı bilmeyenleri de arka sıraya atardı. Türkçe bilenler bizim için çok üstün insanlardı ve özenmeye başlamıştık Türkçe duyduğumuz kelimeleri ezberleyip birbirimize hava atıyorduk. İlk dönem sadece taklit etmeyi öğrendim, okunuşlarını bilmediğim harfleri, tahtada görüp aynısını yazıyordum. İkinci dönem başlayınca öğretmen ayağa kaldırıp Türkçe sorular sormaya başlamıştı. Soruları cevaplayamayanlar tokat yiyordu. Ağzınızdan Kürtçe kelime kaçarsa beş parmağınızı birleştirip cetvelle vuruyordu. Kaç kelime kaçtıysa ağzınızdan, elinize o kadar cetvel yiyeceksiniz demekti.

Sonradan öğretmenin attığı dayaklarda kişi ayrımı yaptığını da fark ettik. Ailesi okula gelen iyi giyimliler dayak yemiyordu, sıra dayağında bile onları pas geçiyordu öğretmen. Sanırım ilk öğretmenimden sonra da onun çok sevdiği Atatürk’ten nefret ettim. Bu şiddeti evde anlatmanın hiçbir yolu yoktu. Öğretmen devlet demekti, devletin sizi yola getirmek için dövmesi kadar doğal bir şey yoktu. Etimiz de kemiğimiz de o adama aitti. Hem yediğim dayaklara direnç gösterememem hem de eve gelen siyah beyaz televizyonu anlama çabam sayesinde Türkçeyi söktüğümü söyleyebilirim. Üstelik gördüğüm ilk Türk kızına âşık olmuştum. Onun beni beğenmesi önemliydi bu yüzden Türkçe çok değerliydi. Ağabeyim de askerdeydi ona mektup yazmak gerekliydi, velhasıl bir şekilde Türkçe’yi söktük.

Sonrasında da okulda başarılı olmaya başlamıştım. Fakat öğretmenlerin anlamsız tanışma merasimleri beni çok kötü etkiliyordu. Bir öğretmen “Hadi çocuklar tanıtın kendinizi,” diyecek diye ödüm kopuyordu. Basitti aslında; adını, soyadını, köyünü söylüyordun, bir de babanın mesleğini. Benim babam ölmüştü ve öğretmenler bunu çok kötü kullanıyorlardı. “Babam vefat etmiş,” dediğimde arkasından hemen dünyanın en acımasız sorusu geliyordu: “Nasıl geçiniyorsunuz?” Sefaletimi bilmelerini istemiyordum, utanıyordum. Babamın ölü olmasından da utanıyordum.

Babamın yokluğunu pek hissettirmeyen annem alışveriş yaparken pazarlık için beni kullanırdı. “Babası ölmüş,” derdi satıcı fiyatı biraz daha kırsın diye beni kırardı, hiç de bilmezdi. Çocukluğumda alışveriş eğlenceli değildi, nefret ediyordum, resmen benim için işkenceydi. Lastik ve seneye de giymem için bir numara büyük ayakkabı alırdı. O ayakkabıdan o kadar nefret ediyordum ki hiç biri ertesi seneyi görmezdi, ben de ayağımdan düşmeyen ayakkabı görmezdim. Eğer ayakkabı ayağımdan düşmezse bütün koşuları ben kazanacaktım, öyle de emindim.

Annemin beni utandırdığı tek yer alışveriş değildi. Türkçe bilmemesi, giyiminin modern olmaması, köylü olması, cahil olması da beni çok utandırırdı. Asla okula gelmemeliydi, kimse annem olduğunu bilmemeliydi. Türk çocukların anneleri öğretmen gibi giyiniyor, okula gelince saygıyla karşılanıyorlardı. Benim annem gelirse, fakir olduğumuzu söyleyecekti öğretmene, herkesin içinde rezil edecekti beni. Diğer çocukların annelerini kendi annemiz diye hayal ediyorduk çünkü başka hayalimiz kalmamıştı. Onların olan güzeldi, bizim olan ise tıpkı bizim gibi çirkindi.

Büyük ağabeyim askerdeydi, diğeri ise siyasi olaylarla anılmaya ve annemi korkutmaya başlamıştı. 1992 Newroz’uydu sanırım, meydanda ateş yakıldığını, polis gelip söndürdüğünü hatırlıyorum. Ağabeyim eve çok geç gelmiş, annem de saatlerce ağlamıştı. Ve o gece 4:00 gibi evi bastılar. Maskeli ve silahlı adamlar ağabeyimi tuttular, bizi de sıraya geçirdiler. Sobanın bacasının içine kadar baktılar ve bir şey bulamayınca da silahlarının dipçikleriyle duvarları delmeye başladılar. Yorganları yatakları yastıkları açtılar. Sonra fotoğrafları önümüze koyup fotoğraflardakilerin isimlerini sordular bize, “kimdir nerededir” vb sorular. Ve ağabeyimi alıp gittiler. Ü ay boyunca tutuklandığını sakladık, çünkü korkuyoruz hepimizi alıp götürebilirler diye. Okulda bu defa da öğretmenlerin meraklı soruları başlamıştı, köşelerde sıkıştırıp sorguya çekiyorlardı. Okuldan nefret ediyordum. Ağabeyim o gidişinde döndü fakat hiçbir zaman eskisi gibi de olmadı. Siyaset ve Kürtlük artık hayatımıza girmişti.

Amcamların kaldığı köy henüz boşaltılmamış ender köylerden biriydi. Bunun sebebi de köyün sırtını dağa vermesi ve tek girişinin de asma bir köprü olmasıydı. Asker gündüz köyü basardı fakat gece köyde kalmaya cesaret edemezdi. Okulların tatil olmasıyla köye giderdik, bütün yazı da orada geçirirdik. Devlet önce köyün arka tarafına yol yaptı ve merkezle bağlantı kurdu. -Belki de orası, Türkiye’deki iki karayoluyla şehre bağlanan tek köydür.- Sonra da tabi ki köy basıldı. Kimliğinizde doğum yeriniz başka köy ise, bu bulunduğunuz evdekilerle beraber tutuklanmanız için yeterliydi.

İki ağabeyim, amcam ve amcamın üç oğlu tutuklandı. Aylarca hiç kimseden haber alamadık, kimse cesaret edip karakola, sormaya da gidemiyordu. Aylar sonra amcamın bir oğlu cezaevine gönderilmiş, diğerleri evlere gönderilmişti. Ağabeyim ve amcamın oğlu üç ay boyunca kötürüm gibi yataktan çıkamadılar. Amcamın oğlu iyileşir iyileşmez dağa çıktı. Ağabeyimin o zaman partide il başkanlığı yapan kayınbiraderi polisler tarafından götürülmüştü. (Hâlâ bulunamadı.) Sıranın kimde olduğu belliydi, bunun üzerine ağabeyim de İstanbul’a gönderildi. İkisi de ölene kadar bir daha geri dönemediler.

Bense, erken büyümek zorunda kalmış, defalarca sisteme ait olmayı denemiş fakat her seferinde yenilgiye uğramış herhangi bir Kürt’tüm. Belki de çocukluk acılarımı ve Kürt olmayı bir kenara bırakabilseydim ve annemden utanmaya devam etseydim şimdi başarılı bir Kürt kökenli vatandaş olmayı becerebilirdim de.

Çocukluğumun ikinci evresini de anlatmayı düşünüyordum fakat henüz kendim de yüzleşemediğim için midir bilinmez, bir türlü beceremedim.

Ben küçükken her köy, hatta her Kürt devletle savaşması gerektiğini bilirdi. Kimse de “sizin devletle ne alıp veremediğiniz var, kardeşim ekmeğini kazanmaya bak,” demezdi. Çünkü devlet sana yeterince zülüm ve işkence yapardı. Ve senin sadece direnme şansın vardı. Şimdilerde o günler unutulmuş, Kürt halkının milliyetçilik duygularıyla ayaklandığı algısı oluşturulmaya başlanmış. Türklerin aksine, devletin sadece Kürt olduğumuz için bize saldırdığını biz asla unutamayız.

Çocukluğumuzu çalanları ne unuturum ne de affedebilirim. Onurlu bir barış diyoruz. Mutlaka barış gelecek fakat bizden alınanlar hiç geri gelmeyecek. Bizden alınanların geri verilemeyeceğini biliyoruz fakat çocuklarımızın geleceklerini istiyoruz bunun tek yolunun da özgürlük olduğunun da farkındayız.

Türklerin sık sık “sizi anlıyoruz” demelerine de inancım yok. Çocukluk acılarını seninle birlikte yaşamamış hiç kimse de zaten seni anlayamaz. Devlet terörünü, köylerin yakılmasını, infazları, işkenceleri biz gördük. Onlar ne gördü? Terörist denilen bir halkın askerleri öldürdüğünü gördüler televizyonlarda, bebek katili sandılar bizi yıllarca. Onların ulusal bilinçli teorik yaklaşımı bizim acılarımızı anlamaya yetemez. “Kardeşiz” yalanı da bize bir şey ifade etmiyor. Otuz yıldır Kürt kardeşlerinin öldürülmesini görmeyen bir halkın otuz yıl daha bunlara göz yummayacağını da kimse garanti edemez.


J3az