Ben doğduktan
iki yıl sonra, kardeşim doğmadan da altı ay önce babam kansere yenik düşmüş.
PKK’nin, halka karşı “köyünüzü devlete karşı koruyun,” çağrılarında bulunduğu
yıllarda babam, Kürdistan’a sınırlarla bölünmesiyle, Suriye kısmında kalan
halamı geri getirme umuduyla evde küçük bir cephanelik oluşturmuş. Babamla
ilgili tek hatıram da o öldükten 4 yıl sonra bu cephaneliğin ortaya çıkmasıdır.
O yıllarda henüz kadınlara dokunulmadığı için anneme bir şey olmadı fakat en
büyük ağabeyim, 13-14 yaşlarında olmalıydı, günlerce okul olan binada
alıkonulmuştu ve çok kızan karakol komutanı onu tanınmaz hale getirmişti.
Okulla o
yıllarda tanıştık. Birbirine yakın iki köyün ortasına yapılmış iki katlı bu
bina çocukluğumun en büyük korkusuydu. Öğretmenin olmaması sebebiyle midir
bilinmez gündüzleri karakol olarak kullanılıyordu. Herkes orada işkence
yapıldığını bilirdi. Tek iyi yanı oraya götürülenler geri dönerdi ama ana
karakol binasına götürülenlerin dönmesi mucizeydi. Çocuk aklıyla ilk olarak
canavarları ya da masal kahramanlarını değil, okulda işkence yapıldığını
öğrenmiştik. Öte tarafta bizi koruduklarını bildiğimiz hayalet gibi insanlar
vardı: Hevaller. Evde büyük erkek olmadığı için bizim eve gelmezlerdi fakat
dayımlara geldikleri gece onları görmeye giderdik. Bir de onları köy meydanında
ölü olarak görmüştüm. Emin olun Yılmaz
Güney’in filminde gördüğünüz o sahneyi bütün Kürdistanlı çocuklar görmüştür.
Bir gün
askerler bütün halkı meydana toplayıp konuşma yaptılar sonra erkekleri alıp
karakola (okula) götürdüler. Bilmiyorum ne kadar zaman geçti ama çok uzun
gelmişti hepimize. Annem ve diğer tüm kadınlar sürekli ağıt yakıyor, “Allah’ım
hiç susmayacaklar,” diyorsun, oyun bile oynayamıyorsun bu yüzden de büyüklere
kızıyorsun çocuk halinle.
Sonra çoğu
tanınmaz halde geri geldiler. Annem o gün karar verdi şehre taşınacaktık.
Sonradan öğrendim koruculuk sistemi gelmiş, köylüyü ikna etmek için misafir
edilmişler. Annem ve dayım iki katlı bir ev buldular merkezde, bir an önce
taşınacaktık. Biz bu telaşın içindeyken ve şehirli olma sevincini yaşıyorken
köy karar aldı. Köyümüz korucu olmayacaktı. Pek hayvan yoktu, olanlar satıldı.
Tapusuz tarla ve ev satılacakken askerler geldi ve bütün ahırları içlerinde
hayvanlarla birlikte yaktılar. Ben o gün anladım ki hayvanlar yanarken insan
gibi çığlık atıyorlar. O günden sonra bir daha ne o yanık et kokusu ne de
üniformalı domuz kokusu hiç gitmedi burnumdan.
Gelecek
sefere evler içindeki insanlarla yakılacaktı, bir an önce köy boşaltılmalıydı.
Gökyüzünü göremediğim köyde bir kaç gün içerisinde tek ağaç da kalmamıştı,
hepsi yakılmıştı.
Korkuyla,
alelacele, üç dayım, anneannem ve biz kaçarak şehre taşındık. Beş aile iki
katlı evde kalmaya başladık. Dayımlar evli oldukları için ev kısa bir sürede dar
gelmeye başlamıştı, üstelik nüfus da gittikçe artıyordu. Çareyi iki ablamı
evlendirmekte buldular. Büyük ablam halamın oğluyla ufak olanı da amcaoğluyla
evlendirildi. Baba tarafına kayma olmasın diye de iki ağabeyimle dayılarımın
kızlarını sözlendirdiler. Fakat ev hâlâ dar geliyordu.
Nihayetinde
annem yukarı çağrıldı; “Çocukların çok gürültü yapıyor üstelik köy yerinde
kolaydı fakat şehirde geçim derdimiz var, kendi çocuklarımıza bile bakamıyoruz,
oğulların da eli ekmek tutacak yaşa geldiler,” kısacası “git kendine bir ev
bul” denildi.
O zamanlar
ben 7 yaşındayım, en büyük ağabeyim de 17 yaşında. Annem babamın ona aldığı
altınları satıp biraz da borçlanarak bir ev satın aldı. Yeni evimiz bir oda ve
salondan ibaretti. Arka kısmında küçük bir avlu ve mutfak vardı. Evin damı
kalaslarla kapatılmış çok eski, hatta harabe denilecek durumdaydı. Kışın odaya
yağmur damlamasın diye tavan boydan boya naylon kaplanır, kapıya yakın kısımda
bir delik açılır, altına kova konurdu. Köydeki tek iki katlı evden bu eve gelmiştik
bir sene içinde, üstelik artık sahipsizdik de.
Büyük
ağabeyimin kazandığı para geçim için yetmediğinden diğer ağabeyim de yatılı
okulu bırakıp çalışmaya başlamıştı. Benim içinse her şey güzelleşmeye
başlamıştı. Eski mahallemizde herkes Arap’tı ve mahallede bilmediğim bir dilde
(Arapça) konuşuyorlardı fakat şimdiki mahallede Kürtler çoğunluktaydı herkes
Kürtçe konuşuyordu. Üstelik artık dayı korkusu yoktu üzerimizde, nereden baksan
özgürdük, ha tabi kimsesizdik de. Şehirde bir yıla yakın zamandır bulunuyorduk
fakat henüz Türkçeyle karşılaşmamıştık.
Okumamız
gerektiğini söyleyen eniştem beni ve ikiz kardeşimi okula yazdırmıştı.
Yaşıtlarımdan doğal olarak daha geç başlamıştım ama okulda gördüm ki sınıfın
büyük bölümü köyde ilkokul beşinci sınıfa kadar okumuş, diploma olmadığı için
tekrar birinci sınıfa atılmışlardı. Neyse okul açıldı, en güzel pantolonu giyip
üstüne de az kullanılmış biraz da bana büyük gelen siyah önlüğümü giyerek okula
gittim.
Okuldaki ilk
günümü asla unutamam çünkü siyah önlük o sene kalkmış mavi önlük getirilmişti.
Arada birkaç kişi siyah önlükle garip bir şekilde duruyorduk haliyle en arkaya
atıldık. Çocukların acımasız alaylarında daha kötüsü olamaz diye düşünürken hiç
bilmediğim bir dilde üstelik seri bir şekilde konuşan öğretmen sınıfa geldi. Ön
sıradakilerle konuşa konuşa arkalara gelirken kaçmak istediğimi hatırlıyorum.
Öğretmene ne diyecektim ki ben üstelik ne dediğini de anlamıyorsun sudan çıkmış
balık gibisin işte ölsen daha iyi. Tek kelime Türkçe bilmiyorum öğretmen Arapça
konuşsa anlayıp Kürtçe cevap verebilirim. Düşündüğüm tek şey sıra bana gelince
öğretmenin Kürtçe ya da Arapça konuşması. Üstelik üzerimde siyah önlük var
arada sırıtıyorum mutlaka ilk bana gelecek biliyorum. Sınıfta Türkçe bilmeyen
tek öğrenci ben değilim fakat adını bilmeyen tek öğrenci bendim. Okulun ilk
günü adımın bildiğimden daha farklı olduğunu öğrendim üstelik soyadım da vardı
onu da ilk kez duyuyordum.
Öğretmenim
Kürt’tü hatta akrabaydık. O ilk gün Kürtçe konuştu benimle adımı öğretti. O
günden sonra bizimle asla Kürtçe konuşmadı. Sadece Türkçe anlatırdı
bilmeyenleri de arka sıraya atardı. Türkçe bilenler bizim için çok üstün
insanlardı ve özenmeye başlamıştık Türkçe duyduğumuz kelimeleri ezberleyip
birbirimize hava atıyorduk. İlk dönem sadece taklit etmeyi öğrendim,
okunuşlarını bilmediğim harfleri, tahtada görüp aynısını yazıyordum. İkinci
dönem başlayınca öğretmen ayağa kaldırıp Türkçe sorular sormaya başlamıştı.
Soruları cevaplayamayanlar tokat yiyordu. Ağzınızdan Kürtçe kelime kaçarsa beş parmağınızı
birleştirip cetvelle vuruyordu. Kaç kelime kaçtıysa ağzınızdan, elinize o kadar
cetvel yiyeceksiniz demekti.
Sonradan
öğretmenin attığı dayaklarda kişi ayrımı yaptığını da fark ettik. Ailesi okula
gelen iyi giyimliler dayak yemiyordu, sıra dayağında bile onları pas geçiyordu
öğretmen. Sanırım ilk öğretmenimden sonra da onun çok sevdiği Atatürk’ten
nefret ettim. Bu şiddeti evde anlatmanın hiçbir yolu yoktu. Öğretmen devlet
demekti, devletin sizi yola getirmek için dövmesi kadar doğal bir şey yoktu.
Etimiz de kemiğimiz de o adama aitti. Hem yediğim dayaklara direnç gösterememem
hem de eve gelen siyah beyaz televizyonu anlama çabam sayesinde Türkçeyi
söktüğümü söyleyebilirim. Üstelik gördüğüm ilk Türk kızına âşık olmuştum. Onun
beni beğenmesi önemliydi bu yüzden Türkçe çok değerliydi. Ağabeyim de
askerdeydi ona mektup yazmak gerekliydi, velhasıl bir şekilde Türkçe’yi söktük.
Sonrasında da
okulda başarılı olmaya başlamıştım. Fakat öğretmenlerin anlamsız tanışma
merasimleri beni çok kötü etkiliyordu. Bir öğretmen “Hadi çocuklar tanıtın
kendinizi,” diyecek diye ödüm kopuyordu. Basitti aslında; adını, soyadını,
köyünü söylüyordun, bir de babanın mesleğini. Benim babam ölmüştü ve
öğretmenler bunu çok kötü kullanıyorlardı. “Babam vefat etmiş,” dediğimde
arkasından hemen dünyanın en acımasız sorusu geliyordu: “Nasıl geçiniyorsunuz?”
Sefaletimi bilmelerini istemiyordum, utanıyordum. Babamın ölü olmasından da
utanıyordum.
Babamın
yokluğunu pek hissettirmeyen annem alışveriş yaparken pazarlık için beni
kullanırdı. “Babası ölmüş,” derdi satıcı fiyatı biraz daha kırsın diye beni
kırardı, hiç de bilmezdi. Çocukluğumda alışveriş eğlenceli değildi, nefret
ediyordum, resmen benim için işkenceydi. Lastik ve seneye de giymem için bir
numara büyük ayakkabı alırdı. O ayakkabıdan o kadar nefret ediyordum ki hiç
biri ertesi seneyi görmezdi, ben de ayağımdan düşmeyen ayakkabı görmezdim. Eğer
ayakkabı ayağımdan düşmezse bütün koşuları ben kazanacaktım, öyle de emindim.
Annemin beni
utandırdığı tek yer alışveriş değildi. Türkçe bilmemesi, giyiminin modern
olmaması, köylü olması, cahil olması da beni çok utandırırdı. Asla okula
gelmemeliydi, kimse annem olduğunu bilmemeliydi. Türk çocukların anneleri
öğretmen gibi giyiniyor, okula gelince saygıyla karşılanıyorlardı. Benim annem
gelirse, fakir olduğumuzu söyleyecekti öğretmene, herkesin içinde rezil
edecekti beni. Diğer çocukların annelerini kendi annemiz diye hayal ediyorduk
çünkü başka hayalimiz kalmamıştı. Onların olan güzeldi, bizim olan ise tıpkı
bizim gibi çirkindi.
Büyük
ağabeyim askerdeydi, diğeri ise siyasi olaylarla anılmaya ve annemi korkutmaya
başlamıştı. 1992 Newroz’uydu sanırım, meydanda ateş yakıldığını, polis gelip
söndürdüğünü hatırlıyorum. Ağabeyim eve çok geç gelmiş, annem de saatlerce
ağlamıştı. Ve o gece 4:00 gibi evi bastılar. Maskeli ve silahlı adamlar
ağabeyimi tuttular, bizi de sıraya geçirdiler. Sobanın bacasının içine kadar
baktılar ve bir şey bulamayınca da silahlarının dipçikleriyle duvarları delmeye
başladılar. Yorganları yatakları yastıkları açtılar. Sonra fotoğrafları önümüze
koyup fotoğraflardakilerin isimlerini sordular bize, “kimdir nerededir” vb
sorular. Ve ağabeyimi alıp gittiler. Ü ay boyunca tutuklandığını sakladık,
çünkü korkuyoruz hepimizi alıp götürebilirler diye. Okulda bu defa da
öğretmenlerin meraklı soruları başlamıştı, köşelerde sıkıştırıp sorguya
çekiyorlardı. Okuldan nefret ediyordum. Ağabeyim o gidişinde döndü fakat hiçbir
zaman eskisi gibi de olmadı. Siyaset ve Kürtlük artık hayatımıza girmişti.
Amcamların
kaldığı köy henüz boşaltılmamış ender köylerden biriydi. Bunun sebebi de köyün
sırtını dağa vermesi ve tek girişinin de asma bir köprü olmasıydı. Asker gündüz
köyü basardı fakat gece köyde kalmaya cesaret edemezdi. Okulların tatil
olmasıyla köye giderdik, bütün yazı da orada geçirirdik. Devlet önce köyün arka
tarafına yol yaptı ve merkezle bağlantı kurdu. -Belki de orası, Türkiye’deki
iki karayoluyla şehre bağlanan tek köydür.- Sonra da tabi ki köy basıldı.
Kimliğinizde doğum yeriniz başka köy ise, bu bulunduğunuz evdekilerle beraber
tutuklanmanız için yeterliydi.
İki ağabeyim,
amcam ve amcamın üç oğlu tutuklandı. Aylarca hiç kimseden haber alamadık, kimse
cesaret edip karakola, sormaya da gidemiyordu. Aylar sonra amcamın bir oğlu
cezaevine gönderilmiş, diğerleri evlere gönderilmişti. Ağabeyim ve amcamın oğlu
üç ay boyunca kötürüm gibi yataktan çıkamadılar. Amcamın oğlu iyileşir
iyileşmez dağa çıktı. Ağabeyimin o zaman partide il başkanlığı yapan
kayınbiraderi polisler tarafından götürülmüştü. (Hâlâ bulunamadı.) Sıranın
kimde olduğu belliydi, bunun üzerine ağabeyim de İstanbul’a gönderildi. İkisi
de ölene kadar bir daha geri dönemediler.
Bense, erken
büyümek zorunda kalmış, defalarca sisteme ait olmayı denemiş fakat her
seferinde yenilgiye uğramış herhangi bir Kürt’tüm. Belki de çocukluk acılarımı
ve Kürt olmayı bir kenara bırakabilseydim ve annemden utanmaya devam etseydim
şimdi başarılı bir Kürt kökenli vatandaş olmayı becerebilirdim de.
Çocukluğumun
ikinci evresini de anlatmayı düşünüyordum fakat henüz kendim de yüzleşemediğim
için midir bilinmez, bir türlü beceremedim.
Ben küçükken
her köy, hatta her Kürt devletle savaşması gerektiğini bilirdi. Kimse de “sizin
devletle ne alıp veremediğiniz var, kardeşim ekmeğini kazanmaya bak,” demezdi.
Çünkü devlet sana yeterince zülüm ve işkence yapardı. Ve senin sadece direnme
şansın vardı. Şimdilerde o günler unutulmuş, Kürt halkının milliyetçilik
duygularıyla ayaklandığı algısı oluşturulmaya başlanmış. Türklerin aksine,
devletin sadece Kürt olduğumuz için bize saldırdığını biz asla unutamayız.
Çocukluğumuzu
çalanları ne unuturum ne de affedebilirim. Onurlu bir barış diyoruz. Mutlaka
barış gelecek fakat bizden alınanlar hiç geri gelmeyecek. Bizden alınanların
geri verilemeyeceğini biliyoruz fakat çocuklarımızın geleceklerini istiyoruz
bunun tek yolunun da özgürlük olduğunun da farkındayız.
Türklerin sık
sık “sizi anlıyoruz” demelerine de inancım yok. Çocukluk acılarını seninle
birlikte yaşamamış hiç kimse de zaten seni anlayamaz. Devlet terörünü, köylerin
yakılmasını, infazları, işkenceleri biz gördük. Onlar ne gördü? Terörist
denilen bir halkın askerleri öldürdüğünü gördüler televizyonlarda, bebek katili
sandılar bizi yıllarca. Onların ulusal bilinçli teorik yaklaşımı bizim
acılarımızı anlamaya yetemez. “Kardeşiz” yalanı da bize bir şey ifade etmiyor.
Otuz yıldır Kürt kardeşlerinin öldürülmesini görmeyen bir halkın otuz yıl daha
bunlara göz yummayacağını da kimse garanti edemez.
J3az