21 Ekim 2011 Cuma

BİR AYRILIK - JODAEİYE NADER AZ SİMİN

İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin son filmi olan Bir Ayrılık günlük hayatı tüm gerçekliğiyle beyaz perdeye aktaran senaryosu ve inandırıcı diliyle tüm eleştirmenlerden hak ettiği notu aldı. Kapitalist sistemin alt ve orta sınıfların günlük yaşamları üzerindeki yıkıcı etkisini sade bir dille gözler önüne seren film övgüyü hak ediyor. Film; ülkeden ayrılmak isteyen Simin ile Alzheimer hastası babasını yalnız bırakmak istemeyen Naader’in mahkemedeki boşanma sahnesi ile başlıyor. Simin’in neden gitmek istediğini tam anlayamadığımız gibi Nader’in birlikte gitme kararından vazgeçmesine de tamamen doğru bir karar diyemeyiz. Boşanmak için anlaşmaya varan çift, 11 yaşındaki kızları Termeh’in kimde kalacağına karar verememişler. Termeh annesinin geri dönmesi umuduyla tercihini şimdilik babasından yana kullanmış.
Simin’in evi terk etmesi üzerine Naader babasına bakması ve ev işleri ile ilgilenmesi için Razieh ile anlaşıyor. Razieh ailesinin para ihtiyacından dolayı kocasından gizli üstelik dini açıdan uygun bulmadığı halde çalışmaya başlıyor. Bir gün eve erken dönen Naader Razieh’in evde olmadığını, kolundan yatağa bağlı olan babasının yataktan düştüğünü ve evden bir miktar paranın kaybolduğunu görüyor. O sırada küçük kızı Somayeh ile birlikte eve geri dönen Razieh, nereye gittiğini ve neden gittiğini açıklayamıyor. Çok sinirlenen Naader Razieh’i sorumsuzluk ve hırsızlıkla suçlayıp evden kovuyor. Yaşanan tartışma sonrası kapıdan dışarı atılan Razieh’in merdivenlerden düştüğünü ve düşük yaptığını öğreniyoruz. Karşılıklı şikayetler üzerine Simin’in, Termeh’in ve Razieh’in kocasının da dahil olduğu bir mahkeme süreci başlıyor. Ve nihayet bu küçük burjuva ailesinin hayatı hiç beklemedikleri bir biçimde en alttakilerle kesişiyor.





Öğretmenlik yapan Simin yaşadığı ülkeden ve belki yaşadığı hayattan memnun değil. Simin aslında kocasından ayrılmak istemiyor, asıl istediği kızı ve kocası ile birlikte başka bir ülkede yaşamak. Simin’in eşinden yeterince ilgi görmediğine inanan, sorunların kökenine inmek yerine kolaycı çözümleri tercih eden bir kadın olduğu hissine kapılıyoruz. Eşini bir çeşit sınava tabi tutan Simin her şeyin daha da içinden çıkılmaz bir hal almasıyla kendi kontrolü dışındaki olayların hayatlarını nasıl değiştirdiğini görüyor.

Razieh’in kocası Hodjat 10 yıldır çalıştığı işten atılmış, alacaklılarla mahkemelik olmuş kapitalist sistemin istihdam üretmeyen gidişatının milyonlarca mağdurundan biri. Gelecek belirsizliği hissiyle öfkeli bir dil kullanan Hodjat esnek istihdam ve ekonomi politikalarına karşı olması gereken öfkesini orta sınıfın üzerine kusuyor. Esnekleştirilmiş kapitalizmin insanlar üzerinde yarattığı çaresizlik ve belirsizlik hissi Hodjat’ta da vücut buluyor ve Hodjat’ın ailesi ve çevresindeki insanlara karşı olan davranışlarına yansıyor. Başlarda Hodjat’ın bebeklerinin ölümünden ötürü Naader’in cezasını çekmesini istediğini düşünürken filmin sonlarına doğru hapis cezası yerine ödeyeceği paranın yarısından bile azına razı olduğunu görüyoruz.

Naader hem Hodjat hem de Razieh’e orta sınıfın alt sınıfları kriminalize eden diliyle yaklaşıyor. Onların söylediklerine hep şüpheyle yaklaşıyor. İyi bir baba ve iyi bir evlat olmaya çalışan Naader iyi bir insan olmaktan zaman zaman ödün veriyor. Dürüstlüğü elden bırakmamaya çalışan Naader hapse girmemek için kızı Termeh’i de yalanına ortak ederek iyi baba olmaktan da ödün veriyor çünkü hapse girerse ailesinin geçimini sağlayamayacağı gerçeğinin farkında. Ancak yine de Naader’in son kararı gerçeğin ortaya çıkması durumunda cezasını ödemeyi göze almak oluyor.


Razieh’i izlerken çoğunluğunu kadınların oluşturduğu çok düşük ücretlerle, güvencesiz ve kayıt dışı çalıştırılan ev işçilerinin yaşamına tanıklık ediyoruz. Orta sınıfın her türlü kirliliğine maruz kalan alt sınıfın temsilcisi olan Razieh, dini inanışına uygun olmadığı halde alzheimerlı baba altına yaptığında babanın pisliğini temizlemek zorunda kalıyor. Kocası tarafından ezilen, orta sınıfın evinde haksızlığa uğrayıp kovulan Razieh; alacaklıların baskısının etkisiyle yalan söylemek zorunda kalıyor. Kocasının kan parası alabilmesi için Kuran’a el basıp yemin etmesi gereken Razieh, kapitalizm karşısındaki çaresizliği ile çarpılma korkusu arasında ikilem yaşıyor. Bu saf ve temiz dindar kadın bebeğini düşürme nedenine emin olamadığı için kızının başına kötü bir şey geleceği korkusuyla Kuran’a el basıp yemin edemiyor. Oysa bebeğini kaybetmesindeki alternatif her iki durumun da nedeni sömürü ve ağır çalışma koşulları… Yaşanan tüm bu tatsız olaylar her iki ailenin de çocuklarının gözleri önünde yaşanıyor, bu durum izleyicinin içini sızlatıyor. Güvencesizleştirme politikaları ve işsizliğin alt ve orta sınıfların tüm ilişkileri ve yaşamlarını derinden etkilediği su götürmez bir gerçek. Gelir dağılımı adaletsizliğinde kritik eşiğin aşıldığı İran’da kendini daha elit gören orta sınıfın alt sınıfla el ele mücadele etmesinin zamanı gelmiş gibi görünüyor.

Klasik sinemada bir düşman yaratılır ve ona karşı mücadele edersiniz ya da ipucu verilir ve bulmacayı çözersiniz. Bu filmde öyle bir şey yapılmamış herhangi bir tarafın kötülüğünden ya da iyiliğinden bahsedemiyoruz. En başta mahkeme salonunda öğrendiklerimizle verebileceğimiz karar; film ilerledikçe kararsızlığa dönüşüyor. Sınıf çatışmasında yönetmen taraf tutmak yerine sadece gerçeği olduğu gibi sunmayı tercih etmiş. Filmde bir yargıç var fakat karakterleri dinleyen yargıç herhangi bir karara varmıyor. Yönetmenin istediği yargıcın yerine izleyicinin karar vermesi. Karakterleri dinledikçe bir karar verememe durumuna düşüyoruz. Yönetmen kimseye acımadan ve kimseyi yargılamadan hikâyelerini olduğu gibi anlatıyor. İzleyici olarak suçlunun kim olduğunu bulmak için ipuçlarını takip etmeye başlıyoruz. Boşanma kararında gerekçe gösteremeyen Simin’e karşılık karısına “kal” diyemeyen Naader hakkında da seçimi yapamıyoruz. Razieh’in düşmesinden sonra Naader’e ve Razieh’in eşine kızıyoruz fakat Naader’in evindeki son sahnede Hodjat’a bakış açımız değişiyor. Her karakterin bir yalanı, bir sebebi ve vicdani bir yükü var.


Filmin sonunda karar verme Termeh’in elinden alınıp izleyiciye sunuluyor. En başta rahatlıkla verebildiğimiz kararı sonda vermek imkânsızlaşıyor. Karakterleri tanıdıkça olayın hâkimiyetini kaybettiğimiz bu benzersiz film tüm zamanların en iyilerinden biri olmayı hak ediyor.



18 Ekim 2011 Salı

The Tree Of Life - Hayat Ağacı



Sonda söylemem gerekeni başta söyleyeyim hemen; yönetmen burada Âdem ve Havva’dan gelindiğine inananlara sesleniyor. Film sanat filmi herkese hitap etmiyor diyenlerin aksine bu film herkese özellikle de ilahi dinlere inananlara hitap ediyor. Ben bir yaratıcının varlığına inanıyorum, bana doğru yolu gösteren bir Tanrı vardır diyorsanız ve görsel şölenden hoşlanıyorsanız bu filmi kaçırmayın.



Rahibeler bize hayatta iki yol olduğunu öğretti; ya doğanın yolu ya da inayet yolu. Hangi yolu izleyeceğinize siz karar verirsiniz. İnayet, istediği gibi hareket etmeye çalışmaz. Hafife alınmayı, unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeye ve yaralanmaya razı gelir. Doğaysa sadece istediği gibi hareket eder. Diğerlerine de kendi istediğini yaptırır. Onların üzerinde hâkimiyet kurmayı sever. Kendi bildiğini okur. Tüm dünya onun etrafında ışık saçarken mutsuz olmak için nedenler arar. Sevgiyse her şeye gülümser. İnayet yolunu seçen hiç kimsenin sonu kötü olmaz diye öğrettiler."

Filmin başında duyduğumuz kafa sesinden alıntı yaptığım yukarıdaki cümleler, filmin özeti niteliğinde. Film boyunca yönetmen bunu kanıtlamak için umutsuzluğu ve çaresizliği aşılayarak seyirciyi tanrıya karşı yenik duruma düşürmek için adeta savaşıyor. Filmde doğayı seçenleri baba karakteri, erdemi seçenleri ise çocuklar temsil ediyor ve film boyunca bu iki kavram çatışıyor.



1950’lerde Amerika’da geçen hikâye, melek gibi bir annenin ve sert bir babanın üç oğluyla ilişkisini anlatıyor. Film ailenin 19 yaşındaki oğullarının ölüm haberini almasıyla başlıyor. Ardından ailenin ilk çocuğunun doğuşu, babanın çocuğuna gösterdiği şefkatli dokunuşlarını, ailenin büyümesini izliyoruz. Film çok daha eskiye dönüp varoluşu olağan dışı bir estetikle anlatmaya başlıyor. Müzik ve görselliğin şiir gibi olduğu Big Bang’i anlatan bu belgesel kısmında büyülenmemek imkânsız. Fakat bir aile dramının üzerinden yaradılışçılık ve evrim teorisi çarpışması yaratmak ilginç bir yaklaşım olmuş. Filmin, ailenin büyük çocuğunun (Sean Penn) hatıralarından yola çıkarak doğayı, bilinci ve biyolojik yaşamı anlatan, sorgulayan fakat giderek mistizme teslim olan bir tanrı güzellemesine dönüşmesi hayal kırıklığı yaratıyor.

Filmde kamera, ışık, görsel efektler o kadar mükemmel kullanılmış ki teknik açıdan eleştirilemez bir yapım olmuş. İlahi tarzı müzik eşliğinde big bang, ardından dünyanın oluşumu, yanardağ oluşumları, tek hücreliler, amfibiler, sudaki yaşam, dinozorlar, döllenme, evrimleşen canlılar vs... Bu belgesel kısmın filmi, daha iyi bir film yaptığı söylenemez. Açıkçası bu kısmın film ile tek bağlantısı dinozorların gösterildiği kısımdır. “Belgesel”in sonunda nehrin kenarında yatan güçsüz dinozorun kafası, güçlü dinozor tarafından eziliyor. Küçük dinozor önce direniyor ama gücü tükenince direnç göstermeyi bırakıp adeta itaat ediyor. Büyük dinozor dünyanın ilk oluştuğu devreden beri varolan ataerkil düzendeki bir ezen olarak, ezilenin kafasını okşayıp “şefkat” gösteriyor. Filmin ikinci kısmında bir sahnede babanın çocuklara gösterdiği şiddete karşı anne babaya saldırıyor. Güçlü olan baba, kadının iki bileğinden tutup arkadan sarılarak onu etkisiz hale getirdikten sonra karısına şefkatle sarılıyor. Tıpkı dinozorlarda olduğu gibi ezen, ezilene şefkatini bir lütuf olarak sunuyor.

Amerikalı çiftimizin 3 çocuğunu büyütmesi mükemmel bir sinematografiyle anlatılıyor. Çocuklar sinek arabasının arkasından koşuyor, hayvanlara eziyet ediyor, boş binaların camlarını kırıyor, kavga ediyor etrafta koşuşturuyor ve büyüyorlar. Asker kökenli olan ve şirket yöneticiliği yapan baba, aşırı sertlik ve anormal düzeyde bir disiplin anlayışıyla çocuklarını yetiştirmeye çalışıyor. Büyük çocuk Jack’in gözünden anlatılan hikâyede, Jack’in yaşadığı hayal kırıklıkları zamanla nefrete dönüşüyor. Babasını öldürmek istiyor bunu yapamayınca da babasını öldürmesi için tanrıya yalvarıyor. Jack bir sahnede kardeşinden elektrik verebileceği duyun içine parmağını sokmasını istiyor. Kardeşi ufak bir tereddütten sonra “sana güveniyorum” deyip parmağını sokuyor ve hiçbir şey olmuyor. Başka bir sahnede Jack kardeşinden parmağını tüfeğin namlusuna koymasını istiyor. Ona güvenen kardeşi parmağını namluya tutuyor fakat Jack bu defa tetiği çekiyor. Film bu dönüşümü anlatacak derken bir anda her şey sevgiye bağlanıyor. Babanın davranışları kendisine kötülük olarak geri dönmüyor, ailede bir çözülme parçalanma oluşmuyor. Filmde babanın tavırları eleştirilmiyor aksine bunu çocuklarını sevdiği için yaptığı söyleniyor. Büyük çocuğun mutsuz fakat başarılı bir mimar olması babanın başarıya ulaştığını gösteriyor.


Annenin pasif olmasının üzerine hiç gidilmemiş hatta bu bir çeşit kusursuzlukmuş gibi anlatılmış. Erdemi seçen anne, çocukların gördüğü şiddetti görmezden geliyor ve çocuklarını koşulsuz sevdiği için kusursuz oluyor. Hiçbir şey yapmamak anneyi neden suçlu yapmıyor anlamıyoruz. Her şeyin farkında olan anne erdemi seçtiğinden midir bilinmez tanrıya güvenip onun işleri yoluna koymasını bekliyor. Annenin naif ve sevgi dolu olması onun masum olduğunu mu kanıtlar? Bu masumiyet değildir, bu bir teslimiyettir. Anneyi eleştiren tek kişiyse baba oluyor: “Anneniz çok saf. Bu dünyada ilerlemek için sert bir irade gerekir eğer iyi biriysen insanlar seni kullanır.”


Film Eyüp’ten, İncil’den alıntılarla başlıyor, rahibelerin öğretileriyle, dine atıflarla devam ediyor. Film hayatımız boyunca iki seçeneğimizin olduğunu, ya doğayı ya da erdemi seçmemiz gerektiğini söylüyor. Filmin bütününe hâkim bir çaresizlik ve tanrıya adanmışlık o kadar belirgin ki filmin sonunda kendinizi tanrının kollarına bırakmaktan başka çareniz kalmayabilir.

Filmin son 15 dakikasını eleştirmek bile anlamsız. Kapadokya’ya benzer bir yerde Sean Penn’in kendi çocukluğunu kovalamasıyla başlayıp, deniz kenarında çocuklarını tanrıya bir çeşit törenle uğurlayan ebeveynlerle biten, metaforlarla dolu filmin sonu ne kadar anlamlı tartışılır. Haneke’nin The White Ribbon filmi tadında olabilecek bir konu, kötülüğün kaynağını sorgulamak yerine her şeyin sonu yaratıcının erdemine bağlayıp heba ediliyor.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Breaking The Waves - Dalgaları Aşmak


Lars Von Trier’in 1996 yapımı filmi kilisenin kurallarına göre yönetilen ve dışarıya kapalı küçük bir kasabada geçiyor. Psikoz hastası, sevimli ve iyi kalpli Bess; annesi, dedesi ve kasabadaki hastanede hemşirelik yapan Dodo ile aynı evde yaşıyor. Bess’in ölen erkek kardeşinin karısı olan Dodo kasabayı Bess yüzünden terk edemiyor. Dodo ve Bess çok iyi anlaşıyorlar ve birbirlerine destek oluyorlar. Kasabalı tarafından “aptal” olarak adlandırılan Bess kilise toplantılarında kadınların konuşturulmamasını eleştirecek kadar da cesur.







Bess, kasabanın yerlisi olmayan ve başka bir kasabada petrol platformu işçisi olan Jan ile tanışır tanışmaz ikili, evlenme kararı alıyor. Film birbirlerini iyi tanımayan çiftin evliliklerini, kasabanın rahibinin onayı ile yaptıkları sahne ile başlıyor. Kasabalının uzak durduğu Bess’in hayatına giren ilk erkek Jan oluyor.




Bess yalnız kaldığında ve genellikle kilisede, tanrıyla konuşuyor. Tanrı Bess’in sorduğu sorulara yine Bess’in sesiyle yanıtlar veriyor. Bess soruyor, tanrı cevaplıyor. Bess yanlış bir şey yaptığını düşündüğü zamanlarda tanrı Bess’i cevapsız bırakıyor.



Mutlu günler Jan’ın platforma çalışmak için dönmek zorunda kalması ile sona eriyor. Bess kocasının dönüşü için sürekli dua ederken Jan bir iş kazası geçiriyor ve felç oluyor. Bess yine tanrısına sığınıyor ve Jan’ın erken dönmesini isteyerek bencillik ettiği için başlarına bunun geldiği cevabını alıyor. Bu durumu aldığı dini eğitimin etkisiyle bir sınanma olarak gören Bess, üzüntüsünden ağlama ve sinir krizleri geçiriyor. Dodo’nun ısrarıyla doktor Richardson ile yaptığı görüşmede doktorun ona söylediği “ Belki memleketinde hissettiklerini göstermek normal karşılanmıyor ama bu kesinlikle hastalık değildir” cümlesi Bess’in evde de annesi ve dedesi tarafından nasıl algılandığını net bir şekilde ifade ediyor.

Bulunduğu durumu kabullenemeyen Jan, Bess’in saflığından yararlanarak ona kötülük yapmaya başlıyor ve Bess’ten başka erkeklerle birlikte olup yaşadıklarını tüm ayrıntılarıyla kendisine anlatmasını istiyor. Bess önce böyle bir şey yapamayacağını söylese de tanrısı ile yaptığı konuşma sonucu kendisinden istenenleri ilahi bir sınanma olarak görüyor ve istemeyerek de olsa erkeklerle birlikte olmaya başlıyor. Bess’in ilk denemelerinde başarısız olması sonucu Jan Bess’e sinirleniyor, Bess büyük acılar çekerek Jan’ın isteğini yerine getiriyor. Jan’ın sağlık durumundaki en küçük gelişmeyi bu duruma bağlıyor. Jan içinde bulunduğu duygu durumunu, Bess’e söylediği “Ölüme yaklaştıkça kötü insanlara mı dönüşürüz?” cümlesi özetliyor.


Bess’in yabancı erkeklerle görünmesi kasabalının gözünden kaçmıyor. Bess annesi tarafından sert bir dille uyarılıyor: bu şekilde devam edersen kasabadan uzaklaştırılırsın! Din ve ataerkil ahlakçılığın aile üzerindeki etkisi filmdeki birçok sahnede çok güçlü ve etkili bir biçimde gözler önüne seriliyor.






Bess büyük bir fedakarlıkla Jan’ı kurtarabileceğini düşünerek gittiği yük gemisinde bu durumu kaldıramayıp oradan kaçıyor. Kilisede kadınların konuşamayacağı kuralını delen Bess kiliseden kovuluyor ve adeta lanetleniyor. Bess yarım bıraktığı “görevi” tamamlayıp Jan’ı kurtarmak için geri döndüğü gemide işkence görüp hastaneye kaldırılıyor. Jan’ın sağlık durumunun kötü olduğunu öğrendiğinde Bess hayatında ilk defa tanrısından şüphe ediyor ve “belki de yanılmışımdır” diyerek ölüyor. Bess öldükten sonra Jan’ın ameliyat olmayı reddettiği halde iyileşmesi, filmin finalinde geminin güvertesinde Bess’in sevdiği ve kasabada çalınmayan çan seslerinin duyulması son derece ironik.





Toplumsal yapının dini kurallara göre şekillendirildiği tüm toplumlarda olduğu gibi Bess’in kasabasında da “farklı” olana yer yok ve kadın ikinci sınıf insan olmaya mahkûm. Kasaba halkı tanrı adına cezalandırıcı güç olarak Bess’i cenaze merasimi yapmadan “sen bir günahkârsın ve cehenneme gidiyorsun” diyerek gömüyor. Acaba tanrı kendisini temsil eden kilise kadar zalim mi diye düşünmeden edemiyoruz. Din cezalandırıcı mıdır yoksa affedici midir? Bilimin hasta olarak kabul ettiği Bess dine göre lanetli bir günahkar mıdır? Sağlıklı insanların dahi yaşam alanlarını daraltan dini baskının duygusal yönden zayıf bir insan üzerinde yarattığı tahribatı film boyunca yalın ve etkili bir biçimde görüyoruz.




Film boyunca; kocası, ailesi, kilise ve tanrısı arasında kalan Bess’i en güzel tanımlayan cümle doktor Richardson’un mahkemede verdiği ifade oluyor: Vardığım sonucu tekrar yazmamı isteseydiniz eğer “nevrotik” ve “psikotik” yazdığım yerlere sadece bir tek kelime kullanırdım “güzel”.

7 Ekim 2011 Cuma

Another Year - Ömrümüzden Bir Sene



Öncelikle ilk defa bir filmin isminin bu kadar mükemmel çevrildiğini görüyorum. Film; “Ömrümüzden Bir Sene” ismiyle ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi. Ömrümüzden bir sene; pek hayalini kurmadığımız hatta gerçekliğini kabullenmekte zorlanacağımız, yaşlılık döneminden bir kesiti anlatıyor. Bu kesitle birlikte bazı gerçekleri yalın halde görerek yaşadığınız üzüntü ve hayal kırıklığını günlerce üzerinizden atamayabilirsiniz. Sadece yılın değil tüm zamanların en iyi filmlerinden biri.

Filmin başında Gerri uykusuzluk çeken 60 lı yaşlardaki kadın hastasıyla şöyle bir diyaloğa girer:
Bir ile on arası değerlendirirsen ne kadar mutlusun Janet?
–Bir..
Demek ki iyileştirilecek bir şeyler var. Uyku haricinde hayatını güzelleştirebilecek ne var?
-Değişik bir hayat..

Yönetmen Janet’in sorunlarını takip etmek yerine, kalıpların dışına çıkıp tıbbi danışmanı yani hikayedeki kaybedeni değil de kazananı bize izletiyor. Film boyunca Gerri ve eşi Tom’un gerçek hayatlarında insanların sorunlarına ne derecede içten ve samimi yaklaştığını tarafsız bir şekilde görmeye başlıyoruz. 

Filmde hayatlarının ikinci baharına gelmiş Tom ve Gerri’nin bir senesini izliyoruz. Tom esprili, mutfak işlerini yapabilen, eşiyle birlikte organik tarımla uğraşan “ideal erkek”tir. Aynı şekilde Geri anlayışlı, eşiyle ve çevresiyle dengeli bir ilişki kuran “ideal kadın”dır. Jeolog Tom ve tıbbi danışman Gerri’nin, 30 yaşında henüz ciddi bir ilişkisi olmamış Joe adında avukat bir oğulları vardır. Joe’nun evden ayrılmış olmasına rağmen ailenin bağları oldukça sağlamdır.


Film ilk bakışta, mutlu ve hoşgörülü çiftin etraflarındaki mutsuz arkadaşlarına destek olmalarının anlatıldığı bir tablo çiziyor. Dört mevsime bölünmüş bu tablo, ilkbaharda yağmurlu bir günde başlıyor. Müziğin verdiği etkiyle Tom ve Gerri’nin, sebze yetiştirdikleri bahçelerinde yağmurun dinmesini beklerken kahvelerini yudumlayıp birbirlerine fırlattıkları sıcak bakışlar eşliğinde, bu ideal evliliğin etkisine kapılıveriyoruz.



Tom ve Gerri’nin hayatına her mevsimde ayrı bir karakter girer. İlkbaharda Gerri’nin iş arkadaşı alkolik Mary, yaz olunca Tom’un çocukluk arkadaşı adeta Marry’nin erkek versiyonu Ken, sonbaharda oğulları Joe’nun sevgilisi Katie ve kışın Tom’un ağabeyi Ronnie ile oğlu Karl. Dört mevsim boyunca mutlu çiftimiz, arkadaşları Mary, Ken, Katie, Ronnie’i misafir ediyorlar.



İlkbaharda ideal ailenin hayatına giren kişi, Gerri ile aynı işyerinde sekreterlik yapan Mary oluyor. Mary 40 yaşlarında, bekâr, alkol sorunu olan, yetişkinliğe bir türlü geçememiş ve sürekli erkekler tarafından taciz edildiğinden bahseden bir kadındır. Orta yaşı geçmiş dikiş tutturamamış depresyondaki Marry, Tom ve Gerri’ye adeta sığınmıştır. Onlar da Mary’e kol kanat gerer, bütün sorunlarını dinler, aşırılılıklarını görmezden gelirler. Marry her fırsatta kendini ailenin yanında bulur ve “ideal çiftimizin” şefkatinden, bilgeliğinden, iyiliğinden nasibini alır.


Mary filmin temelini oluşturmuş durumda. Mary; kendinden yaşça büyük biriyle başarısız bir evlilik yapmış, şimdilerde ise aralarındaki yaş farkını görmezden gelerek kendinden çok küçük Joe’ya saplantılı bir ilgi duymaktadır. Bakışlarındaki ürkeklik, mutsuzluk, sahipsizlik o kadar gerçekçi verilmiş ki; kendimizden bir parça görüyoruz Mary’de. Mary mutluluğu istemiş, bir şeyler için savaşmış ama hep kaybetmiş bu yüzden gerçek karakterini saklayıp sürekli başka biri olmaya çalışan biridir. Deyim yerindeyse tam bir kaybeden. Bakışlarından, tepkilerinden birçok duygusunu bastırdığını anlayabiliyorsunuz. Yüzündeki bir tebessümden bile içindeki burukluğu anlıyorsunuz. Bulunduğu kötü durumu yansıtmamak için rol yapıp, sahte mimiklerle kendini mutlu göstermeye çalışması izleyicinin üzerinde büyük bir çöküntüye sebep olabiliyor. Mary’i tanıdıkça filmdeki ideal ailenin bencilliğini görmeye başlamanız kaçınılmaz oluyor. Bu noktada Mary’e sempati duymamak, onun için üzülmemek elde değil.

Film aslında Mary’nin gözünden çekilmiş. Mary, Tom ve Gerri’yi ideal bir aile modeli olarak görüyor. Bu yüzden bizim için de ideal çift olup çıkıyorlar. Mary her seferinde dış dünyadan kaçıp bu ideal küçük burjuva ailesinin yanına sığınıyor. Mary, “İdeal aile” kendi hayatlarını yaşadıkları sürece onları izliyor, onlarla mutlu oluyor. Fakat ne zaman sıra kendisine gelse ürkmeye başlayıp eziliyor. O anda filmi tarafsız izleme imkânı buluyoruz. Aralarındaki sınıf farkı yalın bir şekilde gösterilince bizde Mary gibi ürküp kendimizi onunla özdeşleştiriyoruz. Anlıyoruz ki Mary ne kadar uğraşırsa uğraşsın sevgi ve huzura bulanmış bu ideal ailenin evlerine girip onlarla yaşamaya başlasa bile duvarın öbür tarafına geçemiyor.



Mary karakterini canlandıran Lesley Manville görülmeye değer, mükemmel bir oyunculuk çıkarmış. Bu sene izlediğim en etkileyici performansı sergilemiş. Bu oyunculuğun hiç ödül almaması büyük bir haksızlık olmuş.




Yazın gelmesiyle beraber Tom’un çocukluk arkadaşı Ken ile tanışıyoruz. Ken alkol ve obezite sorunu yaşayan yalnızlığı Mary’den de dayanılmaz olan biridir. Tom ve Geri tıpkı Mary gibi onu da şefkatle, anlayışla karşılıyorlar. Hatta Mary ve Ken’i birbirlerine yakıştırıyorlar. Tom ve Gerri’nin tutunamayan arkadaşlarına karşı var olan acıma duyguları, Mary’de Ken’e nefret ve tiksinme olarak ortaya çıkıyor. Tom ve Geri karşısında kendini başarısız gören Mary, kendine kıyasla daha değersiz gördüğü Ken’e acımasızca yaklaşıyor. Ken’in yakınlaşma çabalarına, Ken hastalıklı bir hayvanmış gibi sert karşılıklar veriyor


Sonbaharla birlikte çiftin hayatına oğulları Joe’nun kız arkadaşı Katie giriyor. Katie’nin mutluluktan uçan sevimli kız görüntüsü, laubaliliği, her şeye pozitif bakış açısı ve espirileri insanı rahatsız ediyor. Belli ki yeni ideal çiftimiz Joe ve Katie olacak. Bu sırada ailenin yanına gelmeye devam eden Mary için Katie tam bir yıkım oluyor. Joe’dan hoşlandığını daha önce de belli eden Mary’nin hali daha da dramatikleşiyor. Mary'nin Katie ile ilk karşılaşması çok vurucu bir sahne. Tom’un sürekli alaycılığının Gerri tarafından dizginlenmesi, durumu daha acıtıcı yapmaktan başka bir işe yaramıyor. Mary kıskançlığını gizleyemeyince aile tarafından araya mesafe konuluyor ve Mary aileden uzaklaştırılıyor.




Kış mevsiminde çiftimizin hayatına Tom’un abisi Ronnie giriyor. Karısını kaybeden Ronnie’nin yıllardır görüşmediği asi oğlu Karl ile de sorunları vardır. Karl’ın kırıcı davranışlarına rağmen örnek ailemiz Ronnie’yi yalnız bırakmıyor, cenazeyi düzenleyip Ronnie’yi bir süreliğine evlerine davet ediyorlar. Böylece çiftimizin şefkatinden kaçamayan Ronnie gelip aile ile yaşamaya başlıyor.



Tom ve Gerri’nin evde olmadığı bir gün Mary gelir ve Ronnie ile tanışır. O andan itibaren ikilinin diyaloglarından hayatlarının sonlarına yaklaştıkları ve bir şeyleri başaramamış olmanın verdiği umutsuzluk hissediliyor. Tom ve Gerri evde olmadıkları halde ikilinin mutfakta sigara içmeye korkmalarından kendilerini o eve ait hissetmediklerini görüyoruz.



Tom ve Gerri’nin filmin kaybedenlerine duyduğu yakınlık içtenlikten çok acıma duygusu barındırıyor. Kendi hayatlarının ne kadar ideal olduğunu görmek için arkadaşlarını çağırıp onların sorunlarına bakarak adeta zevk alıyorlar. Onlar için arkadaşlarına iyi davranmak kurdukları kusursuz ailenin bir görevi.




Tom ve Gerri’nin kurduğu aile mükemmel görünüyor. Etraflarındaki arkadaşlarının kaybeden bireylere dönüşmesi kendi ailelerinin ne kadar mükemmel olduğunu görmeleri için ayna görevi görüyor. Samimiyetten uzak ilgileri, insani olmaktan çok kitabına uygun yaşamlarının bir parçası.

İnsanlar kendi çekirdek ailelerini kurduklarında, başka insanların acılarına karşı körleşip duyarsızlaşıyorlar mı?


Filmin başında Tom ve Geri olmak, bahçede organik domates yetiştirmek, yağmur altında kahve içmek istiyorsunuz. Sonra onların bencilliğini gördükçe tiksiniyorsunuz. Marry ile özdeşleşiyorsunuz sonra bir bakıyorsunuz Mary nin bile reddettiği Ken oluveriyorsunuz. Ronnie nin soğuk bakışları oluyorsunuz sonra yalnızlık oluveriyorsunuz.. Film bittiğinde ne çok yalnızlık hissediyorsunuz..

Filmin sonunda Mary’nin yüz ifadesi çok şeyi anlatıyor. Mutsuz ve o odaya ait olmayan bir kadının bakışı bütün filmin özeti..

 

2 Ekim 2011 Pazar

FISH TANK





Andrea Arnold’un 2009 Cannes Film Festivali Özel Jüri Ödülü sahibi Fish Tank sert olduğu kadar hayatı olduğu gibi beyazperdeye aktaran bir film.





15 yaşındaki Mia, 12 yaşındaki kız kardeşi ve annesi ile şehrin yoksul semtlerinden birinde yaşamaktadır. Annesi, okulu ve yaşıtları ile anlaşmazlıkları olan Mia, kendinden küçük kardeşine bile çok sert davranmaktadır. Çevresinde hiç arkadaşı olmayan Mia’nın en büyük tutkusu dans etmektir.



Mia’nın annesi 30’lu yaşlarda görünen bekar, çocuklarıyla çok zayıf bir iletişime sahip bir kadındır. Çocuklarını sadece sorun çıkardıkları zaman gören fakat ebeveynlik görevlerini yerine getirmekten uzak yalnız bir anne olan Joanne; çocuklarını odaya kapatıp evde seks partisi düzenlemekten çekinmemektedir. Daha çok kendi hayatına odaklı olduğunu gördüğümüz Joanne’nin çocuklarını ilk fırsatta özel eğitim merkezine göndermek istemesi, çocuklardan kurtulma çabasını gözler önüne seriyor.







Yalnız ve öfkeli Mia bir gün semtlerinde bulunan arazide bağlı tutulan bir at görür. Atı kendisiyle özdeşleştirmesinden midir bilinmez, atı özgürleştirme çabası sonuçsuz kalır. Film boyunca Mia’nın atı serbest kılma çabaları devam edecektir.



Mia bir gün annesinin yeni erkek arkadaşıyla tanışır. Sevecen, yakışıklı ve çocuklara karşı ilk andan itibaren ilgili olan Connor, ailenin baba rolünü almaya başlar. Küçük kızla şakalaşması, Mia’yı dansçı olması konusunda desteklemesi, aileyi gezintiye götürmesiyle ailenin hayatına giren Connor ile Mia’nın arasında tehlikeli bir yakınlaşma başlar. Bir gece alkollü oldukları bir anda Connor ile Mia birlikte olurlar ve Connor bir gece sonucunu asla düşünmeden hareket eden bir çok erkeğin yaptığını yapar ve yine klasik bir erkek davranışı sergileyerek olay yerini terk eder. Sabah kalktıklarında Connor, Joanne ve Mia’nın hayatından çıkıp gitmiştir.


Mia, Connor’un gidişinden sonra ağlayıp depresyona giren annesinin aksine Connor’u bulur fakat kötü bir sürprizle karşılaşır: Connor evli ve çocukludur. Bu durum karşısında canı yanan Mia, Connor’ı cezalandırmak için küçük kızını kaçırır. Bu öfke sadece Connor’a değil aynı zamanda mutlu aile tablosuna da yöneliktir. Sorumsuzca Mia’nın hayatına girip ona değer verdiğini gösteren Connor, ailesine yönelen şiddet karşısında sorumlu baba rolüne bürünür. Kendi çocuğuna karşı duyarlı bir baba olan Connor, 15 yaşındaki bir çocuk olan Mia’ya asla çocuk olarak bakamamıştır. Connor’ın Mia’ya attığı tokat, insanların kendi çocuklarına gösterdikleri anlayışı başkalarının çocuklarına gösteremediklerini sert bir şekilde göz önüne sermektedir.


Filmin finalinde annesiyle yaptığı “ayrılık dansı”ndan da anladığımız gibi aslında anne-kız aynı popüler kültürün parçasıdır. Mia’nın gelecek üzerine olan planları dans tutkusu üzerine kuruludur fakat gerçek hayat Hollywood filmlerine benzemez. Mia dansçı olma hayalleriyle gittiği yerde inceden hayatı öğreten, muhteşem dans hocaları ve mükemmel, amatör ruhlu, sanata aşık bir ortama düşmemiştir. Mia kendini bir anda striptiz kulübünün erotik dans seçmelerinde bulur




Mia’nın striptiz kulübünü terk ederek sistemin parçası olmayı reddetmesiyle, film bir kez daha klişe olmaktan kendini kurtarıyor. Bunu yanında klasik anne-kız kavgaları, karakterlerin uzun ağlama nöbetleri filmde yer almıyor. Yönetmen gerçeği eksiği fazlası olmadan; olduğu gibi gözler önüne seriyor.




Özgürleştiremediği atın ölümünün ardından Mia radikal bir karar veriyor. Film boyunca yediği sert darbelerle birlikte çocukluktan çıkan Mia kendi zincirlerini kırıp çareyi yaşadığı yeri terk etmekte buluyor.












Sistemin ve insanların acımasızlığıyla 15 yaşında yüz yüze gelen Mia’yı davranışlarından ötürü bir an için bile suçlayamıyoruz. Ebeveynlerin ve toplumun bu kadar duyarsız ve bencil olabildiği bir dünyada çocukları ve gençleri suçlamaya hakkımız var mı?